O KABİLE ‘BİZ’İZ, O KABİLE ‘BEN’İM






“Bir zamanlar; binlerce yıl barış ve uyum içinde yaşamış bir yerli kabile varmış. Ve günlük rutinleri hep aynıymış. Avcılar, kabileden ayrılıp yola düşer ve döndüklerinde getirdikleri av, kabilenin tüm üyelerine eşit olarak paylaştırılırmış. Yiyecek var iken, kimse aç kalmazmış. Zayıflar, hastalar, yaşlılar bile…
Bir gün, en yetenekli avı şöyle demiş. “Ben, en iyi avcıyım. Payıma düşenden daha çok geyik öldürüyorum. Neden avımı paylşayım?”
O günden sonra, bu avcı etini bir dağdaki mağarada depolamaya başlamış. Sonra diğer yetenekli avcılar da: “payımıza düşenden daha çok geyik öldürüyoruz. Avımızı kendimize saklamaya hakkımız yok mu?” Demişler. Ve onlar da etlerini yüksek dağlardaki mağaralarda depolamaya başlmamışlar. 

Bir süre sonra, kabilede daha önce hiç olmamış birşey olmaya başlamış. Bazıları, iyi beslenirken, diğerleri özellikle yaşlılar-zayıflar ve hastalar aç kalmaya başlamış. Hatta bu durum o kadar kanıksanmış ki; bazıları açlıktan ölürken, bazılarının ihtiyaçlarından fazlasına sahip olması normal karşılanır olmuş.

Daha da tuhafı, kabilenin büyükleri çocuklarına bu biriktirme alışkanlığını öğretmeye başlamış. 
Bu hikaye geçmişte yaşandığı için değil, şu anda yaşandığı için gerçek.
O kabile biziz, o kabile benim.” ***


Hayat; 
ölüm-doğum döngüsünde tezahür eden,
 ‘kendini hatırlama’ yolculuğudur.



Kendimizi hatırlama yolculuğunda, yaşamı deneyimlemek üzere sonsuz bir döngüde biçim/form değiştiririz. Zamanın sonsuz döngüsünde; annemizin annesi, babamızın kardeşi, kardeşimizin öğretmeni, vb. birçok rolden role /halden hale geçiş gerçekleştiririz, Bu süreçte, kendi özümüzü hatırlamamız yönünde en önemli destekçilerimiz; ‘duygularımız/hissiyatlarımız’dır. 
Etkileşime geçtiğimiz fiziki dünyanın realitesinin bizde nasıl bir yansıması olduğunu gösteren; duygularımız/ hissiyatlarımızdır.  
Duygular/ hissiyatlar; başımıza gelen olaylara /durumlara, nasıl tepki vereceğimizin belirleyicileridir. Bu bağlamda, gerçekliğimize yaklaşmamızda önemli işlevleri mevcuttur.

Örneğin; birgün birisi size olumlu olmayan birşey telaffuz eder ( bu, o kişinin duygusal dünyasının o ana yansımasıdır) ve siz bir karşılık verirsiniz. Bu karşılık otomatik olarak verilen bir tepki (bilinçdışından gelen) mi yoksa o anın realitesine uygun bir yanıt/cevap mıdır (bilinçten gelen)? İşte buradaki kilidi açacak olan anahtar; duygusal benliğin sesine kulak vererek gerçekten dışarıdaki olayın iç dünyamızda neyi/neleri tetiklediğini duyumsamaktır. Böylece henüz tamamlanmamış/ iyileşmemiş/ bütünleşmemiş olan benlik yapımızın o parçası ile temas halinde var olabilir, ilişkisel bir bağ kurabiliriz.
Şimdi, yaşamın özü ile var olan bağımızı mercek altına alacağımız bir sürece ilerliyoruz…
Her dışsal deneyim, içsel bir sürecin metaforudur.




20 Temmuz Pazartesi akşamı, Yengeç burcu sürecinde bir ‘yeniay’ deneyimliyoruz. Yeniay haritasında İstanbul a göre toplumsal bilincin, evrensel kardeşliğin simgesi  Saka (Kova) burcu yükseliyor. 28 derece Yengeç burcu sürecinde birleşen Güneş ve Ay; Satürn ün enerjisini yansıtıyorlar. Satürn gezegeni, Mars gezegenin kısmi asaletinde Oğlak burcu sürecinde yer alıyor. 

Satürn ün doğasını derinden hissedeceğimiz bir yeniay süreci, iki Satürn karşı karşıya! Daha doğrusu gezegenlerin bulunduğu derecelere/kısmi asaletlerine göre değerlendirdiğimizde; 
Satürn-Mars karşıtlığını görüyoruz. Mars gezegeni; ‘eylem’i,  ‘kudret’i Satürn gezegeni ‘zaman’ı, ‘anlayış’ ı sembolize eder. Zamanın döngüselliğinde tezahür eden her eylem bizi zamana bağlar.Zamandan özgürleşmek, eylemlerin niteliğine bağlıdır. Eylemin, zihinsel güç olduğunu ve düşüncelerimizin de capcanlı birer eylem olduğunu hatırlayalım! 
Saka (Kova) burcu, İstanbul’a göre yeniay sürecinin yükselen konumunda ve ‘Merkür’ gezegeninin kısmi asaletinde konumlanmakta. İletişim; birleştirir ve bağlarımızı görmemizi destekleyen ‘ihtişam’dır. 

Kabalistik literatürde; Merkür gezegeninin sembolü, İbranice alfabenin ikinci harfi ‘Bet’ ile başlar ve ‘ev’  ( düşüncenin oturduğu yer) anlamına gelir. 

 Peki eylemlerimizi nasıl seçiyoruz? Zamanın sonsuz döngüselliğinde eylemlerimiz ile nasıl bir ilişki bağı var ediyoruz? İşte bu soruların yanıtlarını araştırabileceğimiz bir süreç işaret ediliyor bu yeniay ile birlikte…
 Fizyolojik kimliğimiz ile evrensel kimliğimiz karşı karşıya , sizce denge nasıl sağlanır? 



ÖZ AİLEMİZİ HATIRLAMAK

Bu süreçte öz ailemizi, gerçek doğamızı hatırlamamız fayda sağlayabilir.
Nitekim; Neptün gezegeni Vesta (özümüzdeki sonsuz alev) astreodine üçgen açı ile güzel bir akış sağlarken; Oğlak burcu sürecinde birleşim halindeki Jüpiter ve Pluto gezegenlerini de sekstil açı ile destekliyor; maddesel alemin sınırlamalarının ötesini görebilmemiz, saf birliği deneyimlememiz, kendimizi egonun illüzyon bağımlılıklarından ne ölçüde arındırmaya teslim olabildiğimizle yakından ilişkili bir süreç işaret ediliyor.

Hazır iki Satürn karşı karşıya iken; ‘öz doğamızı’ hatırlamak üzere bir kapının eşiğinde olduğumuz da işaret ediliyor olabilir.
 Dane Rudhyar ın dediği üzere: “Satürn, bir kişinin esas doğasını, kişinin gerçek benliğinin saflığını ifade eder.” 

Kendimiz ile olan ilişkimizin içsel tonu, dış dünyada ses bulur. İlişkilerimizde sergilediğimiz tutum ve davranışların temeli/ kaynağı yaklaşık 0-1,5 yaş civarı annemiz ya da bizlere birincil derece bakım sunan kişi ile  olan ilişki dinamiğimizdeki ‘güven’ duygulanımı üzerine inşa edildiği, günümüzün  bilimsel verileri tarafından desteklenmektedir.
 Bu ilişkisel bağın çok daha derinlerde var olduğu görüşündeyim. Varoluşun ilk anı ‘güven’ bağını var eder. O ilk deneyim üzerine herşey defalarca kendisini aynı tema üzerinde ancak farklı kurgularla tekrar tekrar tezahür ettirir. Dolayısı ile ilk doğum süreci yaşama ilk merhaba nın ‘güven’ tadında olması önemli bir unsurdur. 


Doğum, gebe olduğumuz hayata tekrar tekrar kendimizi deneyime açmamızdan ibarettir.
Bu bakış açısı ile ‘aile’ kimdir/nedir? 
Aile; bizimle aynı varoluş köklerini paylaşandır.  
Aile, aynı duygudaşlığı paylaşabilmektir. Aile; varoluşsal destektir sonsuz sevgi (sevgi bir duygudan öte bir enerji , evrensel bir enerjidir) bağı ile bağlı olduğumuz varlıklardır.
Şimdi söyleyin; öz aileniz kim? 
Yaşamı deneyimlemeyi seçmiş her varlık bizim öz ailemizdir.
Yaşamın deneyimsel boyutunu seçmiş her varlık ile çok derin ilişkisel bağlarımız mevcut, duyumsuyor musunuz? Bu derin bağın kökü ‘güven’ duygulanımında gizlidir.

GÜVEN = ÖZ İHTİYAÇLAR İLE TEMAS HALİNDE OLMAK

‘Güvende olduğunu duyumsamak’ nasıl bir haldir? 
Nasıl ‘güven’ de olduğunuzu anlarsınız? 
Bütünüyle anlaşıldığını duyumsamak, kendini bir diğerinin gözünde görebilmek  hissedebilmek ve duyumsamak, herşeyin canlı doğası ile her an ilişkisel bağı deneyimlemek, en temeldeki ihtiyacımızın farkında olmak ve o ihtiyacı karşılamak/beslemek üzere eylemde var olabilmek, bizlerde ‘güven’ duygulanımını deneyimlememize vesile olan temel unsurlardır. 

Örneğin bir an gelir çok ‘gerginlik’ duyumsadığınız bir gün, sizinle ilgili bir konuşma kulağınıza gelir, içinizdeki gerginliği iyice tetikler ve siz belki de mantık dışı bir eylem tezahür ettirirsiniz ve sonra kendi kendinize bunu nasıl yaptım diyerek hayıflanarak ,hayal kırıklığı deneyimlersiniz. 

Hayal kırıklığı deneyimi sınırlarımızı görmemize destek verir…

Halbuki duygular gökyüzündeki bulutlar gibi sürekli biçim/form değiştirir ve mütemadiyen hareket ederler. Bir hissiyatı/duyguyu birkaç dakikadan fazla duygusal bedeninizde deneyimlemezsiniz. O deneyimlediğiniz duyguya tutunmayı seçerek , o hissiyatı/duyguyu zihinsel bedeninizde bir hatıraya dönüştürürsünüz. Bir süre sonra,  zihninizde tekrar tekrar oynattığınız hatıraya tepki vermeyi sürdürürsünüz. O hatıralar/anılar öylesine kemikleşir ki, onlara verdiğiniz tepkiler yavaş yavaş sizin kişiliğinizi şekillendirmeye başlarlar. Ve deneyimlediğiniz benzer olay/durumlara farkında olmadan aynı ya da benzer tepkiler vermeye başlarsınız Ve bir süre sonra o ilk hissedilen ancak çözümlenmeyen, dillendirilmeyen duygu/hissiyatın ördüğü hatıra/anı; sizin yaşam felsefeniz oluverir! Örneğin birgün kendinizi şöyle bir söylemi zikrederken buluverirsiniz: ‘İnsanlara güvenilmez, ne zaman insanlara güvensem hep hayal kırıklığına uğrarım.’ Bu bir inanç kalıbıdır. Ve bu inanç kalıbı bilinçdışında bir plak gibi sürekli döndükçe yaşamınıza ‘güven duyumsamamanızı’ destekleyen insanları/ olayları/durumları var edersiniz. Böylece kehanetiniz gerçekleşir! 

Sürekli aynı melodiyi dinlediğimizin farkında olmak birşeyi değiştirmeyecektir. Asıl değişim; o melodiyi dinlemekten rahatsızlık duyumsadığımız an başlar. Rahatsızlık duyumsamak, değişimin en önemli tetikleyicisidir. Sonrasında, pikaba dokunarak, oradaki plağı görmek , değişimin ikinci adımı; ardından o plağı bulunduğu yerden çıkartmak değişimin üçünü adımı olacaktır.  Bir başka deyim ile o rahatsızlık hali ile temas etmek ve o halin içerisindeki mevcudiyetimizi gözlemlemeye niyetli olmak, değişimi tetikler ve dönüşüm sürecini başlatır. 

İnsan öz doğasını ancak ihtiyaçları ile temas halinde olabildiğince deneyimleyebilir. Örneğin; ihtiyacının ötesinde lüks bir marka otomobil alarak öz-değer duygunuzu tatmin etmeye çabalarsınız. Veyahut bir makam/mevki edinmek üzere yaşam yıllarınızı gereksinimizin ötesinde çalışmaya adarsınız. Öz ihtiyacınız önemli ve değerli bir varlık olduğunuzu duyumsamaktır ancak bunu çoğu zaman ‘sahip olmak’ dürtüsü ile öz merkezimizden ayrışarak gerçekleştirdik ve Dünya nın merkezinde sanal bir dünya alemi yarattık daha da ötesi sanki herşey bugüne değin ‘normal’miş gibi yaşamı deneyimlemeye devam etmedik mi? 
Örneğin; öfke duygusunu duyumsarken öz’deki en temel ihtiyacımızın koşulsuz bir biçimde sevgi duyumsamak olduğunu belki şefkatli bir el tarafından biraz sarılıp sarmalanmaya gereksinimiz olduğunu göz ardı ederek çaresizliğimizi madde formları ile ört bas etmeye çabalamadık mı? 

Şimdi durduk daha doğrusu öz ailemiz bizi durdurdu! Tüm arzu ve bağımlılıkların yüzeye çıkartarak derin bir  arınma sürecini başlattı. Bugüne değin davranışlarımızın gerçek nedenleri ile yüzleşmemizi böylece bilincimizin nerede kök saldığını görmemize vesile oldu. 
Kendimizi bugüne değin tanımladıklarımız ile özdeşleştirdik oysa ki bunun ötesinde herşey ‘bir’ ise, tanımlanacak ve özdeşleşecek herhangi birşey olmadığı gerçeği ile baş başayız. 
Hatırlayalım ki; Yengeç burcu süreci Güneş in en yüksek deklinasyona ulaşması nedeni ile ‘insanlığın kapısı’ olarak nitelendirilerek, büyümeye ve gelişmeye açık olan varolusal potansiyeli işaret eder. Bu bağlamda; öz eylemde var olabilmek adına öncelikle hissetmemiz gerekliliğini göz önünde bulunduralım ancak bu şekilde yaşamın öz sevgisine kendimizi şefkatle teslim edebiliriz! Şimdi bugüne değin engel’ miş gibi görünenlerin, ötesinde/özden geleni açılan yeni kapının önünde nasıl karşılamaya niyetlisiniz? 
Yogi Bhajan ın dediği üzere: “Her engeli aşmanın bir yolu vardır!”
Ve bu yol, başlangıçtadır. Başlangıç ise tam da olduğumuz yerdir, şu an’dır. Var olmayı seçtiğimiz zamanın dalgasıdır. Her an yeni bir doğum anı, her soluk yeni bir başlangıçtır…Abrakadabra !




“Her birimiz örülmüşüz ilmek ilmek 
sevginin ipleri ile 
her zaman var olmak ve 
sevginin rahminde çoğalmak üzere.”





Kaynakça:

Arroyo, S. (2003). Astroloji, Karma & Dönüşüm. İlhan Yay., İstanbul. 

Sasson, G. &Weinstein, S. (2010). Bir Dilek Tut Hayatın Değişsin. Kabalanın Gizemi,. Butik Yay., İstanbul.

*** Yazının başında aktarılan hikaye, 2010 yılında Tom Shadyac in yapımcılığını ve yönetmenliğini gerçekleştirdiği ‘I AM’ belgeselinden alıntıdır. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar